Bireysel Danışmanlık

Bireysel danışmanlık, gündelik problemlerden kaynaklı yaşanan zorlukları duygu düşünce ve davranış değişikliğini temel alarak kişinin yaşam kalitesini artırmaya yönelik bir süreçtir.

Bireysel danışmanlıkta psikolog, etik çerçeve içerisinde danışanın getirdiği sorunları onun kişilik özellikleri, problemlerle başa çıkma becerisi, sorunu çözerken karşılaştığı ve içinden çıkamadığı engelleri değerlendirirek çözüme ulaşır.

Bireysel danışmanlık sıklığı fazla görülen bir danışmanlık türü olmakla birlikte soruna yaklaşım ve danışmanlık süresi farklılık gösterebilir.

Bireysel danışmanlık çalışma alanlarım ;

 

Depresyon

Depresyon, kişinin kendisini çökkün olarak hissettiği, kendisine ve çevresine olan ilgilinin azaldığı, bilişsel, duygusal ve davranışsal bileşenleri olan bir duygu durum bozukluğudur. Depresyon durumu, diğer bir deyişle negatif yanlı bilişsel tutum kişinin karamsar olmasını ve duygusal açıdan mutsuz hissetmesini sağlar. Kişinin kendisine ve çevresine ilişkin ilgisinin azaldığı, mutsuz hissedilen bir süreçtir. Enerjinin azalmasından kaynaklı olarak sosyal ortamlara girmekten kaçınılır ve yalnız kalmak tercih edilir. Depresyonun dikkat ve hafıza üzerinde de olumsuz etkileri vardır. Kişi dikkatini odaklamakta zorluk yaşadığı için dikkat gerektiren aktiviteler yapmaktan kaçınır. (Sayar, 2009)
Beck’e göre depresyondaki kişi kendisine, dış dünyaya ve geleceğe ilişkin karamsar bir tutum sergiler ve negatif atıflarda bulunur. Kendisine yönelik olumsuz değerlendirmeler yapar, örneğin kendisini “beceriksiz ve işe yaramaz” biri olarak tanımlar. Kendisine ilişkin olumsuz değerlendirmeler yapması nedeniyle dış dünyayı ve geleceği de olumsuz algılamaya başlar. Depresyondaki kişi sıklıkla gelecekte hiç birşeyin değişmeyeceğini, yaşamın anlamsız olduğunu düşünür.
Depresyonda olan kişi içinde bulunduğu durumun belirtilerini mutlaka verir. Bu belirtileri doğru değerlendirmek ve bir uzmandan destek almak oldukça önemlidir.
Depresyonun tedavisinde farmakoterapi ve psikoterapinin birlikte kullanılması oldukça önemlidir. Psikodinamik terapiler, bilişsel-davranışçı terapiler ve EMDR terapisi depresyonun tedavisinde kullanılabilecek etkili terapi ekollerindendir.

 

Panik Bozukluğu -( Panik Atak )

Panik Bozukluğu, nerede ve ne zaman olacağı belli olmayan, fizyolojik belirtiler gösteren, tekrarlayan panik atak nöbetlerinin ortaya çıkmasıdır. Kişi panik atak sırasında yoğun kaygı ile birlikte kalp çarpıntısı, terleme ve boğulma hissi yaşayabilir. Bununla birlikte çıldıracağını, kontrolünü kaybedeceğini, bayılacağını ya da öleceğini düşünebilir. (Tukel, 2007)
Panik ataklar genel olarak ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan ve yoğun bir endişe duygusu ile ortaya çıkabilir. Terleme, uyuşma, karıncalanma, çarpıntı ya da nefes alamama gibi fizyolojik yakınmalar kişinin endişesini arttırır. Panik atakların genel olarak 5-30 dk arasında sürdüğü bilinmektedir. Panik ataklarda yaşanan belirtiler aşağıdaki gibidir:

  1. Çarpıntı
    2. Terleme
    3. Titreme ya da sarsılma
    4. Nefes darlığı ya da boğuluyor gibi olma duyumları
    5. Soluğunun kesilmesi
    6. Göğüs ağrısı
    7. Bulantı ya da karın ağrısı
    8. Baş dönmesi ve boğulacakmış gibi olma hissi
    9. Derealizasyon (gerçekdışılık duyguları) ya da depersonalizasyon (benliğinden ayrılmış olma)
    10. Kontrolünü kaybedeceği ya da çıldıracağı korkusu
    11. Ölüm korkusu
    12. Pareztesiler (uyuşma ya da karıncalanma duyumları)
    13. Üşütme, ürperme ya da ateş basmaları

    Panik Bozukluğunun tedavisinde farmakoterapi ve bilişsel davranışçı psikoterapi yönteminin beraber kullanılması çok etkilidir.

 

Öfke Problemleri

,Öfke doyurulmamış isteklere, istenmeyen sonuçlara ve karşılanmayan beklentilere verilen son derece doğal, insani ve duygusal bir tepkidir. Tıpkı mutluluk, üzüntü, karamsarlık gibi zaman zaman öfke hissetmek de normal ve sağlıklıdır.  Bu kadar sağlıklı olduğu bilinen bir duygu ne zaman problem olmaya başlıyor. Tıpkı diğer duygular gibi, öfke de kontrol edilemediğinde kişinin kendisine ve çevresine zarar verici bir noktaya gelebilir. Öfkenin kabul edilmemesi, bastırılması ve bu konuda yardım almayı reddetmek, öfkenin zamanla artmasına neden olur. Kronik bir hal alan öfke kişinin ruhsal ve fiziksel sağlığı açısından tehdit oluşturabilir. Bu nedenle öfkenin reddedilmesi ya da bastırılması işlevsel bir başa çıkma yolu değildir. Bunun yerine, öfkenin kabul edilmesi, öfkeyi oluşturan nedenlerin kişi tarafından araştırılması gerekmektedir. (Soykan, 2000)

Öfke ile nasıl başa çıkabiliriz?

1.      Öfkenizi tetikleyen durumlar üzerine düşünün. Ne olduğunda öfke duyuyorsunuz?

2.      Öfkenizin biçimi üzerine düşünün. Öfkelendiğinizde ne yapıyorsunuz?

3.      Kendinizi sakinleştirmek için yapacaklarınızın listesini yapın. (Örneğin; öfkelendiğiniz ortamdan uzaklaşmak.)

4.      Öfkenin sağlıklı bir duygu olduğunuz ve sizin de öfkelenmenizin çok normal olduğu üzerine düşünün.

5.      Öfkenizi ifade etme biçimiz size ve çevrenizdeki insanlara zor anlar yaşatıyor olabilir. Başka hangi şekillerde öfkenizi ifade edebilirsiniz?

6.      Öfkelendiğinizde, bunu davranışsal olarak yansıtmak yerine, sözel olarak ifade etmeye çalışın.

7.      Öfkenizin biçimini değiştirmek için kendinize zaman tanıyın.

8.      Öfkelendiğinizde bedeninizde hissettiğiniz terleme gibi fizyolojik tepkileri birer uyarıcı yani alarm olarak görün. Sakinleşmek için belirlediğiniz stratejileri kullanın ve o sorunla sakinleştiğinizde, kontrolün sizde olduğundan emin olduğunuzda ilgilenin.

9.      Probleme değil, çözüme odaklanın.

10.  Kişiselleştirmelerden kaçının.

 

 

Obsesif-Kompulsif Bozukluk

Obsesif kompulsif bozukluk, bir kaygı bozukluğu olup istenmeyen düşüncelerin tekrarlayıcı bir şekilde akla geldiği, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmanın zor olduğu, kişide sıkıntı yaratan, saplantılı düşüncelerdir. Kişi bu düşüncelerin saçma olduğunu bilir ancak karşı koymakta zorlanır. Bu sıkıntılı durumdan kurtulmak için kompulsiyonlara başvurur. Kompulsiyonlar, obsesyonlara engel olmak için yapılan motor ya da zihinsel eylemlerdir.

  DSM IV Kriterlerine göre Obsesif Kompulsif Bozukluk Tanı Kriterleri aşağıdaki gibidir.

(1) Bu bozukluk sırasında kimi zaman istenmeden gelen ve uygunsuz olarak yaşanan ve belirgin anksiyete ya da sıkıntıya neden olan, yineleyici ve sürekli düşünceler, dürtüler ya da düşlemler
(2) Düşünceler, dürtüler ya da düşlemler sadece gerçek yaşam sorunları hakkında duyulan aşırı üzüntüler değildir.
(3) Kişi, bu düşünceleri, dürtüleri ya da düşlemlerine önem vermemeye ya da bunları baskılamaya çalışır ya da başka bir düşünce ya da eylemle bunları etkisizleştirmeye çalışır.
(4) Kişi, obsesyonel düşüncelerini, dürtülerini ya da düşlemlerini kendi zihninin bir ürünü olarak görür.

Kompulsiyonlar aşağıdakilerden (1) ve (2) ile tanımlanır:
(1) Kişinin, obsesyona bir tepki olarak ya da katı bir biçimde uygulanması gereken kurallarına göre kendini yapmaktan alıkoyamadığı yineleyici davranışlar (örn. El yıkama, düzene koyma, kontrol etme) ya da zihinsel eylemler (örn. Dua etme, sayı sayma, bir takım sözcükleri sessiz bir biçimde söyleyip durma)
(2) Davranışlar ya da zihinsel eylemler, sıkıntıdan kurtulmaya ya da var olan sıkıntıyı azaltmaya ya da korku yaratan olay ya da durumdan korunmaya yöneliktir; ancak bu davranışlar ya da zihinsel eylemler ya etkisizleştirilmesi ya da korunulması tasarlanan şeylerle gerçekçi bir biçimde ilişkili değildir ya da açıkça çok aşırı bir düzeydedir

Bu bozukluğun gidişi sırasında bir zaman kişi obsesyon ya da kompulsiyonlarının aşırı ya da anlamsız olduğunu kabul eder. Not: Bu çocuklar için geçerli değildir.
Obsesyon ya da kompusiyonlar belirgin bir sıkıntıya neden olur, zamanın boşa harcanmasına yol açar (günde bir saatten daha uzun zaman alırlar) ya da kişinin olağan günlük işlerini, mesleki (ya da eğitimle ilgili) işlevselliğini ya da olağan toplumsal etkinliklerini ya da ilişkilerini önemli ölçüde bozarlar.
Obsesif kompulsif bozukluğun tedavisinde farmakoterapi ve psikoterapi birlikte kullanılmaktadır. İlaç tedavisi ile birlikte kullanılan bilişsel-davranışçı terapi obsesif kompulsif bozukluğun tedavisinde oldukça etkilidir.

 

Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)

Birçoğumuz hayatımızın bir döneminde üzücü olaylarla yaşarız ya da bu üzücü olaylara tanıklık ederiz. Beklenmedik bir anda yaşanan, kişinin kendisinin ya da yakınlarının fiziksel ya da duygusal olarak gerçek bir tehdit altında olduğu durumları travma olarak tanımlayabiliriz. Travma sonrasında bir çok insan eski yaşamına devam eder. Bir kısmı ise yaşanan olumsuz durumları tekrar tekrar hatırlamaya (flashbeck), duygusal olarak hissizlik yaşamaya başlar. Aynı zamanda, uykusuzluk ve konsantre olmakta güçlük yaşanabilir. (Braslau, 1992)

Travmatik bir veya birden fazla anının kişinin ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olduğu yadsınamaz. Travma sonrası stress altında hissetmek belli bir süre normaldir. Diğer bir deyişle, yaşanan olumsuz bir yaşam olayından sonra verilen anormal tepkiler normal olarak kabul edilir. Aradan aylar ya da yıllar geçtikten sonra da yoğun bir stress ve kaygı yaşanıyorsa, çevredeki insanlara karşı bir yabancılaşma söz konusuysa travma sonrası stres bozukluğundan bahsedebiliriz.

Travma sonrası stres bozukluğu üç bilişen altında toplanabilir:

1.      Acı veren yaşam olaylarından kurtulamama, olumsuz yaşam olaylarını parça parça hatırlama, bir bütün sağlayamama ve bununla birlikte yoğun bir stres va kaygı hissetme

2.      Travmayı hatırlatan durumlardan kaçınmak, duygusal olarak kendisini uyuşuk hissetme,

3.      Uyumakta ya da konsantre olmakta zorluk yaşamak, kendisini tetikte hissetmek, ani duygusal iniş ya da çıkışlar, öfke tepkilerinin artması

Travma sonrası stres bozukluğunun tedavisinde farmakoterapiler kadar psikoterapilerin de rolü çok büyüktür. Bilişsel-davranışçı psikoterapi ve EMDR terapisi  kullanılan en etkili terapi ekollerindendir.

 

 

 

 

Sosyal Fobi

Sosyal fobi, kişinin başkaları tarafından değerlendirilmesi mümkün olabilecek ortamlardan kaçınması, sosyal ortamlarda kendisiyle ilgili olumsuz düşüncelere sahip olabileceklerini düşünmesi, aşağılanacağını, utanç duyacağını ya da gülünç duruma düşeceğini düşünmesi nedeniyle sosyal ortamlara girmemesi durumudur.

DSM IV kriterlerine sosyal fobi belirtileri aşağıdaki gibidir:

Sosyal ortamlarda ya da performans gerektiren durumlarda veya tanımadık insanlar önünde çıkan belirgin ve inatçı korku. Kişi burada aşağılanmasına veya utanmasına neden olabilecek biçimde davranacağından ya da anksiyete belirtileri göstereceğinden korkar.

Korkulan toplumsal durumla karşılaşma hemen her zaman anksiyete doğurur. Bu duruma bağlı veya durumsal olarak yatkınlık gösteren bir panik atağı biçimini alabilir Kişi, korkusunun aşırı veya anlamsız olduğunu bilir. Korkulan toplumsal veya performans durumlardan kaçınır veya yoğun anksiyete veya sıkıntı ile katlanabilir. Korkulan toplumsal veya performans durumlarda kaçınma, kaygılı beklenti veya sıkıntının kişinin olağan günlük işlerini, mesleki işlevselliğini, toplumsal etkinliklerini veya işlerini bozar veya fobi olacağına dair yoğum bir sıkıntı duyar. (Dilbaz, 2007)

Sosyal fobinin tedavisinde farmakoterapi ve bilişsel davranışçı terapi ile çalışılması oldukça önemlidir.

 

Kayıp ve Yas

Kayıp, yaşam boyu mutlaka her bireyin yaşadığı ya da yaşayacağı bir durumdur, yaşamın kaçınılmazlarındandır. Kayıp, her zaman çok sevilen birinin ölümü değil, ayrılık ya da maddi kayıp olarak da karşımıza çıkar. Kayıplar, duygusal dünyamızı sarsar ve psikolojik olarak olumsuz etkilerinin olduğu bir gerçektir. Kayıp sonrası yaşanılan üzüntü son derece doğal ve normaldir.

Kayıp sonrası verilen tepkiler son derece doğal olmakla birlikte bu yaşantının nasıl deneyimlendiği oldukça önemlidir. Duygusal olarak üzüntü, şok, fiziksel olarak hissizlik, midede yanma, düşünsel olarak inanmama, unutkanlık, davranışsal olarak ise dikkatsizlik en sık karşılaşılan tepkilerdir.

Kayıp sonrası kişilerin karşılaştığı son derece doğal olan süreçler aşağıdaki gibidir.

1.      İnkar: Gerçeği reddetme.
2.      Şok ve uyuşma: Kişi kaybı biliyor olmasına rağmen bu durumla ilgili bir şey hissetmez ya da düşünmez.
3.      Arzu etme: Kaybedilen kişiye özlem duyulur, gelmesi beklenir. Bu gerçekleşmediğinde öfke ya da suçluluk gibi duygular hissedilir.
4.      Çaresizlik: Kaybı önleyemedikleri ve geri getiremedikleri için hissedilen duygu çoğunlukla çaresizliktir. Bu süreçte de öfke hissedilebilir.
5.      Hayatı Düzenleme: Kişi zamanla etrafındaki olaylara karşı merak duymaya başlar ve yeniden sevinmeye başlar. Kaybedilen kişiye karşı özlem duyulabilir ancak bir yandan hayat devam eder.

Kayıp sonrası yaşanan yasın süresi ve yaşama şekli kişilere göre değişmektedir. Geçmişte yaşanan başkaca olumsuz durumlar akla geliyor ve sosyal hayatınızı olumsuz yönde etkiliyorsa psikoterapi almanız önerilir.

 

İlişki Problemleri

İlişkiler, yaşamımızın zenginliğidir. Sosyal, duygusal ve cinsel olarak doyum sağlayabildiğimiz, temel güven duygumuzu sarsmayan, rahatça kendimiz olabildiğimiz, saygı, sevgi ve bağlılık duyabildiğimiz, çatışmaların olduğu ve fakat bunları çözebildiğimiz, kendi istek ve duygularımızı ifade edebildiğimiz ve anlaşıldığımızı düşündüğümüz ilişkiler sağlıklıdır. Her zaman bu tür ilişkiler deneyimlemeyiz ya da sağlıksız olduğunu düşündüğümüz ilişkiler içerisinde kendimizi çaresiz hissederiz. Bu durum bağımlı bir ilişkinin gelişmiş olabileceğine işaret eder. Son zamanlardaki sosyal ve klinik gözlemlerim bağımlı ilişkilerin çok yaygın olduğu yönünde. Peki ilişkilerde bağımlılığı nasıl anlayacağız:

1.      İçinde bulunduğunuz ilişkinin size zarar verdiğini düşünmenize rağmen içinden çıkmakta zorlanıyorsanız,
2.      Ayrılık aklınıza geldiğinde ya da ayrıldığınızda yoğun kaygı ya da korku hissediyorsanız,
3.      İlişkiyi sürdürmek için kötü yanlarından çok iyi yanlarına odaklanmaya çalışıp, bahaneler ürettiğinizi düşünüyorsanız

Bağımlı bir ilişki yaşıyor olabilirsiniz. Sürekli olarak hayal kırıklığı yaşadığınız bir ilişkide, mutlu olma hayali ile ilişki içerisinde kalıyor olabilirsiniz. Bu durum, ilişkiyi değil, mutlu bir gelecek hayalini arzulamak olabilir.

İlişkinizle ilgili yaşadığınız problemler gündelik yaşamınızı ve psikolojik sağlığınızı olumsuz etkileyecek düzeyde ise bir uzman desteği almanız gerekir.

 

 

Kanser ve Psikoterapi

Kanser... Kanser hayatınıza girdiğinde ilk aşamada ciddi bir kriz yaratır. Hem sizin için hem aileniz hem de çevrenizdekiler için. Yakınlarınızı ve sizi amansız bir telaş alır.

 

‘’Şimdi bana ne olacak?’’
‘’Ölecek miyim?’’
‘’Saçlarım dökülecek mi?’’
‘’Çocuklarım, eşim, evim, işim ne olacak?’’
‘’Anneme/babama ne olacak?’’
‘’ Onu kaybedecek miyim?’’
‘’Bu süreçte ona nasıl davranmalıyım?’’
‘’Kendi duygularımı nasıl kontrol edebilirim?’’
Ve bunlar gibi yüzlerce soru

Kanserin tedavisinde kullanılan kemoterapi, radyoterapi ve cerrahi müdahaleler düşünüldüğünde yukarıda sorulan soruların haklı nedenlere dayandığını söyleyebiliriz. Ancak ‘‘Niçin ben?’’, ‘’Niye şimdi herşeyi tam yoluna koymuşken?’’ gibi bizi duygusal olarak yoran, tedavi sürecine herhangi bir olumlu katkısı bulunmayan sorular da durumu kabullenmeye çalışırken sorduğumuz sorular arasındadır.
Kanser sonrasında iyileşen hastaların yorumlarına baktığımızda ‘’ Bu hastalık bana çok şey öğretti, artık hiç bir şey için endişelenmiyorum, eskiden herşeyi dert ediyormuşum şimdi hayatın tadını çıkarmaya bakıyorum. Bu hastalık beni bambaşka biri yaptı. Hayatı ve dünyayı çok daha başka görüyorum, üzerimden bir yük kalktı,  hayattan ve herşeyden keyif almayı öğrendim’’ gibi yorumlara da sıkça rastlarız.
Kanser hastalarının geçmiş yaşamları değerlendirildiğinde hayata dair ciddi zorlanmalar ve travmalar yaşadıkları, uzun süreli çeşitli stres etkenlerine maruz kaldıkları, kişilik yapısı olarak endişeli, kontrolcü ve ‘’ya hep ya hiç’’ tarzında düşünce kalıplarına sahip oldukları, yaşam olayları karşısında seçeneksiz ve çaresiz hissettikleri birçok durumun varlığı dikkati çeker.
Beden, beyin ve ruh ayrılmaz bir bütün… Ruhumuzdaki yaralar, duygusal dünyamızdaki çöküşler beynimizi ve bedenimizi etkiler. Kanserin ortaya çıkışında psikolojik etkenlerin rolü vardır. Ama en önemlisi duyguların, düşüncelerin, ruh halinin hastalığın seyrini ve tedaviye olan uyumunuzu etkilemesidir. Ruh hali hormonlar yoluyla bağışıklık sistemini olumsuz etkiler.
Yapılan araştırmalar dışa dönük, sosyalliği fazla olan, yaşama sevinci ve umut duygusuna sahip kimselerin kanserle ve tedavi sürecindeki olumsuz durum, duygu ve düşüncelerle daha iyi baş ettiklerini göstermektedir. Ne olursa olsun bu zorlu tedavi sürecinde daha ‘’İYİ HİSSETMEK’’ kişinin hakkıdır. Geçmişe ait duygusal yüklerden, geçmişi ayrıntılarıyla uzun uzun konuşmadan arınabilmek mümkün. Endişeden olabildiğince uzaklaşmak, geleceğe umutla bakabilmek, yaşama sevincini yüreğinizde hissetmek ve hayatla yeniden barış imzalamak mümkün. Kemoterapinin ve radyoterapinin olumsuz psikolojik etkileri ile başedebilmek mümkün.
Not 1 Kanserli hastaya psikoterapi yapmak kanseri iyileştirmek anlamına gelmemektedir. Psikolojik olarak kendinizi daha iyi hissetmeniz ve tedaviye uyumunuzun artması hedeflenir.
Not 2 Terapinizin en etkin şekilde düzenlenmesi amacıyla aile bireylerinizle de ayrıca görüşme yapılabilmektedir. Burada terapi süresinizin kısalması ve zamanda en etkili tekniklerin kullanılması hedeflenir.